Artık herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyor. Birbirini ezmeden yükselemeyeceğini sanan bir kalabalık var.

Parlayan her ışığın peşine düşen, çiğnemeden geçemeyen bir acelecilik…

Ve en kötüsü, yetkinin tecrübeden, sesin sözden, çabuk öğrenmenin hak edilmişlikten önde sanıldığı bir çağdayız.

Güç kelimesiyle boy ölçüşmeye çalışanlar çoğaldı. Şimdi bir çakal, ormanda iki tur atınca aslana kafa tutar oldu.

Neymiş?

Avlanmayı öğrenmiş.

Ne güzel…

Ama unuttuğu bir şey var!

Avlanmayı öğrenmek, ormanın saygısını kazanmakla aynı şey değildir.

Aslan doğarken güçlü doğmaz. Onun da düşmeleri, kayıpları, aç kaldığı günleri vardır. Ama her düşüşünde içgüdüsüne bir parça daha deneyim ekler. Her kaybında sabrı öğrenir. Ve en önemlisi, korkuya karşı yavaşça büyüyen bir asaleti olur.

O yüzden, aslan bir sabah ormanın sessizliğinde yürüdüğünde, kimse neden bağırmadığını sorgulamaz.

Çünkü herkes bilir!

Aslan konuşmaz, hatırlatır.

Ama biz, hatırlamaktan çok unutmaya meraklıyız.

Saygıyı unutuyoruz mesela. Birinin on yıllık emeğini silmeye çalışıyoruz. Tecrübeyi küçümsüyor, "Ben de yaparım" kolaycılığına sarılıyoruz. Oysa fark etmediğimiz şey şu…

Sahip olduğunu sandığın hız, seni ancak gölgenin kadar ileri götürür. Çünkü güneş döndüğünde, gölge kaybolur.

Geriye kim kalır?

Gerçek olan.

Aslanlar bugün sessizse, bu güçlerinden değil; nezaketlerinden. Çünkü onların zafer anlayışı, bağırmakla değil, unutulmaz olmakla ilgilidir.

O yüzden çakal avlanmayı öğrendi diye, aslanlara dil uzatmak akılla değil, hevesle yapılır.

Ama heves geçer. Karakter kalır.

Ve en sonunda orman, saygıyı yine hak edene gösterir .