Görüntü çok acıklıydı. Görebilen gözler için ürkütücü ve hatta ürperticiydi. Kadın erkek, küçük büyük, çoluk çocuk herkes yaz, kış, soğuk, sıcak, yağmur, çamur demeden gruplar halinde ülkelerinden kaçıyorlardı. Başta onlara gösterilen acıma kırıntıları kısa sürede insafsızca kaybedilir gibi olmuştu. Hatta bazılarınca “gerekirse ölsünler” anlayışı hâkimdi.
Fazla vakit geçmeden “fırsat bu fırsattır” diyerek bir lokma ekmeğe muhtaç olan bu çaresizlere, yörelerinde uzun süreden beri terk edilmiş dükkanlar, ahırlar, hayvan barınakları bile insafsızca birer lüks ev gibi kiralanmaya başlanmıştı. İnsanlık değerinden yoksun olanlar tüyler ürpertici bir pişkinlikle, bir aşağılama ile onlara hep üstten bakıyorlardı.
Çoluk çocuk sokaklarda, parklarda boynu bükük yaşadıklarına aldırış edilmiyor, bir de duygu sömürüsü yapmakla itham ediliyorlardı. “Ülkemize dert olacaklar, yük olacaklar, bir yerleştiler mi artık gitmezler” deniyordu. Halbuki bu gelenlerin arasında hayata tutunmaya çalışan ailelerini yaşatmak için gerekirse inşaatlarda, tarlalarda gündelikçi olarak çalışmaya razı olan nice varlıklı kimseler de vardı. Makam ve rütbe sahipleri vardı. Kültürlü akademisyenler, tabipler ve üniversite hocaları bile vardı.
Birileri onları “Muhacir”, kendilerini de “Ensar” kabul ederken birileri de onlara asalak gözüyle bakıyorlardı
.
Kimdi bunlar?
Evleri, barkları başlarına yıkıldığı için zulümden kaçarken en yakın komşularına yanı bize sığınan, canını, ailesini, çocuklarını, namusunu kurtarmaya çalışan bizim komşularımız, bizim dindaşlarımızdı. Geldikleri zamandan itibaren hangi iş olursa olsun kentlerde ve hatta köylerdeki iş yükünü karın tokluğu karşılığında omuzlayan, çoğu zaman da bazı işverenler tarafından ücretleri gasp edilip süründürülen Suriyeli kardeşlerimizdi.
Ülkemize yük olarak görülen ve “aslâ geri gitmezler” denilen, fakat bugün kendi ülkeleri özgürlüğe kavuşunca bir gün bile beklemeyip bendi yıkılmış bir sel gibi hızlı ve onurlu bir şekilde uçarcasına gümrük kapılarına koşan, ülkelerine dönen komşularımızdı.
Düşmanlık duygularıyla “gitmezler” denilenler dönüş yolunda düğüne gider gibi, bayrama gider gibi sevinçle işte şimdi gönüllü gidiyorlar. Utanmaz, kızarmaz yüzlerde iz kalır mı bilinmez ama geride o yüzlerde ebedî izler bırakarak gidiyorlar. Onları kardeş bilip “Ensar” olanlara da sevinç göz yaşlarıyla dualar ederek gidiyorlar.
Ülkesine dönüş yolundaki bir Suriyeli, durumu vecize gibi izah edip özetliyor. “ Bizde savaş yoktu, bizde zulüm vardı. Biz savaştan değil, zulümden kaçıp size sığındık”
Üzerinde başka söze hacet bırakmayan bu izahat, Suriyeli avına çıkan bizim azgınları tatmin eder mi?
Tabi ki hayır.
Zira bu güruhun anlamak gibi, anlaşılmak gibi, mahçup olmak ve utanmak gibi bir dertleri yok.
Zira bunlar;
- Göçmene değil, Arap göçmene karşılar.
- Sığınmacıya değil, Suriyeli sığınmacıya öfkeliler.
- Din’e değil, İslama hasımlar.
- Dindara değil, Müslümana düşmanlar.
- Dini sembollerden değil, İslami motiften. Haç’tan değil Hilalden. Kilseden değil Camiden. Çan sesinden değil, ezan sesinden… İrite oluyorlar.
- Otomobili değil, yerli ve Milli otomobili sevmiyorlar.
- İHA, SİHA ve Savaş uçağından değil, Selçuk BAYRAKTAR’ın ürettiklerinden nefret ediyorlar...
Hasılı Suriyeli kardeşim;
Bir cümle ile özetlesen de, herhangi bir izaha gerek yok.
Zira biz zaten size kardeş nazarıyla bakıp, bağrımıza bastık.
Bu azgınlar ise, ne dersen de, nasıl anlatırsan anlat, ikna olmazlar.
Bu tayfanın, savaştan kaçan on binlerce Rus ve Ukraynalıya tek bir söz söylediklerini duydun mu?
Savaştan kaçılır mı diye aşağıladıklarına, şahit oldun mu?
Defolun gidin yeter artık dediklerini, gördün mü?
Yapmazlar…
Yapamazlar.
Buna ne tiynetleri izin verir ne de meşrepleri.
Bu arada sadece senden nefret etmiyorlar ha!
Aynı nefreti; bu Ülkenin gerçek sahibi olan bizlere de duyuyorlar.
Hem de onlarca yıldır…
Önce gelenlere de sonra gidenlere de onlara “Ensar” olanlara da selâm olsun. (Derleme)