Geçtiğimiz gün Ulaş Başkan’ın düzenlediği, gerçekten beğendiğim bir organizasyon hakkında bir köşe yazısı yazdım.
Yazdım diye ne mi oldu?
Bir meslektaşım çıkıp, yüzüme baka baka “Bu yazı için ne kadar aldın?” diye sordu.
İşte o an, mesleğimizin geldiği noktanın üzüntüsüyle derin bir nefes aldım ve düşündüm…
Bir kalem ne zaman bu kadar yozlaştı da, içinde tek bir doğruluk aranmadan sorgulanır oldu?
Yahu kardeşim, bırak benim ne yazdığımdan ne aldığıma takılmayı; dön de aynaya bak! “Bu mesleğe böyle bir etiketi nasıl yapıştırırım?” diye hiç mi düşünmedin?
Tamam, tarafsız gazetecilik bir masaldır, hepimiz insanız, duygularımız var, bir yana meylederiz.
Ama hani şu "Sezar’ın hakkı Sezar’a" dediğimiz, doğrulara doğru, yanlışlara yanlış diyebilen gazetecilik vardı ya, ondan hiç mi nasibini almadın?
Hizmette sağ-sol olmaz. Güzel bir iş yapılmışsa milletin hayrınaysa översin, yanlışsa da eleştirirsin.
Ama yok, bazıları gazeteciliği "kim ne aldı, kim kimin adamı" gibi dedikodularla ölçmeye meraklı. Allah aşkına, sen gazeteci misin, yoksa klavyenin başında oturan algı makinesi mi?
Bir işi güzelse yazmaktan korkmayın!
Milletin faydasına bir şey yapıldıysa bunu takdir edin.
Ve eğer bir şey milletin zararına, çıkarına tersse onu da yazın; ama kaleminizi kiraya vermeden, vicdanınızı rehin bırakmadan.
Bu işin raconu budur!
Doğruya doğru, yanlışa yanlış.
Yoksa herkes kalemi eline alır, ama herkes gazeteci olamaz.
Gazetecilik, itibar suikastleri yapmak değil, kaleminle hakikatin yanında durmaktır. Yazdıklarınızla insanların güvenini zedelemeyin. Eli kanlı değil, delikanlı gazeteci olun.
Ve inanın, en büyük zenginlik banka hesapları, yazı başına alınan ücretler değil; başınızı yastığa koyduğunuzda duyduğunuz o vicdan rahatlığıdır.
İşte gerçek huzur, gerçek onur budur.
Son olarak…
Kaleminizi satmayın, kiralamayın, birilerinin tetikçisi olmayın. Doğru bildiğiniz yolda, hakikatin yanında durun.
Çünkü asıl soru şu?
"Yazdıklarınla milletin yüzüne bakabiliyor musun?"
Eğer cevabın "evet"se, işte o zaman sen gazetecisin.