Zaman... Hepimizin peşinden koştuğu, yetişmeye çalıştığı, ama bir türlü tutamadığı o kaygan şey. Sabah gözümüzü açtığımızda başlayıp gece başımızı yastığa koyana kadar geçen, bazen hızla akıp giden, bazen de bir türlü geçmek bilmeyen garip bir kavram.
Herkesin en büyük bahanesi de zaman. "Vaktim yok." "Keşke bir gün 24 saat değil de 30 saat olsaydı!" "Şu işe yetişemedim çünkü zamanım yetmedi." Ama hiç düşündünüz mü, aslında zaman mı yetmiyor, yoksa biz mi onu yönetemiyoruz?
Eskiden insanlar günlerini doğaya göre ayarlardı. Güneş doğunca uyanır, batınca dinlenirlerdi. Şimdi ise güneşin doğup batmasının pek bir önemi kalmadı. Çünkü teknolojiyle birlikte günlerimiz uzadı, ama garip bir şekilde zamanımız kısaldı.
Telefonlar, sosyal medya, bitmek bilmeyen toplantılar, sürekli gelen bildirimler... Bir şeyleri yetiştirmeye çalışırken asıl kaçırdığımız şey belki de hayatın kendisi. Sabahları kahvaltıyı hızlıca geçiştiriyoruz, yolda yürürken bile ekranlara bakıyoruz, sohbet ederken bile bir yandan başka şeyler düşünüyoruz. Gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece zamanın içinde sürükleniyor muyuz?
Belki de yapmamız gereken şey zamanı kovalamaktan vazgeçmek. Her şeyi yetiştirme telaşı içinde değil, anları yakalama çabası içinde olmak. Bir kahvenin kokusunu içine çekmek, sevdiğin bir insanla gerçekten göz göze gelip konuşmak, gün batımını izlerken hiçbir şey düşünmemek...
Çünkü zaman bizden hep bir adım önde olacak. Ama onu durduramasak da, içini doldurmak elimizde. Belki de mesele, "Zamanı yönetmek" değil, "Zamanı hissetmek."
Ne dersiniz, bugün zamanı biraz daha yavaşlatmaya var mısınız?