"Bir muhabbetin dünyevî mi, uhrevî mi olduğunun ölçüsü kolaydır ; her muhabbet vuslat ister. Vuslata erdin, doydun mu dünyevîdir,doymadın mi uhrevîdir. 
Vuslatında hasret,
hasretinde vuslat gizlidir." 

Babam lambanın ışığında okurdu 
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık 
Fetihlerde bayram yapardık 
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi 

Peygamberin günümüzde küçük sahabileri biz çocuklardık 
Bediri, Hayberi, Mekkeyi özlerdik, sabaha kadar uyumazdık 
(Sezai Karakoç)

Kalemler var, yazdığından habersiz. 
Kelamlar var, mânâsından habersiz. 
Konuşan var, dediğinden habersiz.
Gidenler var, vardığından habersiz.
Bakanlar var, gördüğünden habersiz. 
İnanan var, kandığından habersiz. 
Kavrulan var, yandığından habersiz. 


Bu vesileyle Gönül kandilimizi uyarmak dileğiyle iki yaşanmış hayat hikayesini paylaşıyorum;

BERATINI ALAN ADAMIN HİKÂYESİ!..
Eski zamanların birinde saf mı saf, temiz mi temiz, her şeye ve herkese kanan bir adam yaşarmış. Tüm muradı insanlara hizmet edip Rabbinin rızasını kazanmakmış. Fakat bazı kendini bilmez insanlar, onun bu saflığından yararlanıp, ona kötü şakalar yaparlar, üzerlermiş
Gel zaman git zaman, bu saf adamın köyünden bir grup insan umre ziyareti yapmaya karar verirler. Giderlerken bu adamcağızı da yanlarında götürmeye karar verirler.
“Yolda biraz takılırız, zaman geçiririz.” diye.
Nihayet uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra yüce Allah'ın’ın evi Beytullah tüm heybetiyle görünmüş. Müslümanlar ve bizim iyilik timsali saf adamımız, heyecan ve sevinçle ona koşmuş ve umre vazifelerini yerine getirmişler.
Yaklaşık on gün burada ibadet ve taatla meşgul olan kafile artık toparlanıyormuş.
Şimdi Resûlullah’a varma zamanı gelmişti.
Nur şehir Medine’ye gitmek için yola koyulmuşlardı.
Mekke’den bir mil mesafe ayrılmışlardı ki, içlerinden biri çantasından birtakım kâğıtlar çıkarmış, acele ile arkadaşlarına dağıtmaya başlamış.
“Bu nedir?” diyenlere:
-”Susun, sessiz olun. Bizim saf adam duymasın, ona müthiş bir oyun hazırladım.” demiş.
Kafilede olan herkese dağıtmış.
O kâğıtlardan sadece saf adama vermemiş.
Arkadaşları dayanamamış, “çabuk anlat, oyunun nedir?” demişler.
Adam:
-”Bakın, birazdan saf adam gelecek. Bizlere ellerimizdeki kâğıtların ne olduğunu soracak.”
-”Eee, biz ne diyeceğiz?” diye atılmış arkadaşları.
-”Diyeceğiz ki, bu kâğıtlar bize cennetten gelmiştir. Umre ziyaretimizi kabul eden Allah, bizlere beraatlarımızı gönderdi.” diyeceğiz.
Arkadaşlarından bazıları:
-”Fakat bu çok ağır bir şaka.” dedilerse de bu işi yapmaya karar verdiler.
Biraz sonra saf adam yanlarına gelmişti. Birde ne görsün, herkesin elinde birtakım kağıtlar, onu öpüp kokluyorlar.
Dayanamadı:
-”Ey benim arkadaşlarım! Nedir o elinizdeki öpüp kokladığınız kâğıtlar?” diye sordu.
Hepsi birbirlerine kaş göz edip gülüşmüşlerdi.
Bu oyunu hazırlayan zat ona:
-”Aaa, senin bu kâğıtlardan haberin yok mu?”
-”Hayır, yok.”
-”Ama nasıl olur, bak, hepimize gönderildi bundan.”
-”Fakat anlamıyorum, nedir onlar? Kim gönderdi?”
-”Kim olacak, umremizi ve ibadetlerimizi beğenip kabul eden Allah gönderdi.”
Saf adam âdeta beyninden vurulmuştu.
Son baharda yaprakları dökülüp en ufak bir rüzgârda titreyen bir gül ağacı yaprağı gibiydi. Dudakları:
-”Rabbim! Rabbim! diye kıpırdıyordu.
Aniden yönünü Mekke’ye çevirdi.
Kâbe karşısındaydı; birden olanca kuvvetiyle koşmaya başladı.
Arkadaşlarının
-”Dur, gitme! şaka yaptık.” sözlerini duymuyordu bile.
Onun gönlü yanmıştı, hem de nasıl bir yangın? Belki Nil nehri oraya aksa, söndüremeyecekti. Düşüyor, kalkıyor, ağlıyordu. Sonunda kavuşmuştu Beytullah’a. Ona öyle bir sarıldı ki, gözyaşlarını, Kâbe’nin örtüsü içine çekiyordu. Kalbini âlemlerin Rabbi olan Allah’a bağlamış haykırıyordu:
-”Ey yüceler yücesi Allah’ım! Ey benim Rabbim!
Niye benim beraatımı vermedin, ne kusur ettim?
Allah’ım! Arkadaşlarım öyle mutlu ve sevinçli, ben böyle boynu bükük yetim kaldım.
Rabbim! Sana yalvarıyorum! Benim de beratımı ver. Ne olur Allah’ım, beratımı ver!”
O, böyle yalvarırken, kafasına bir şeyin değip yere düştüğünü hissetti. Bir de ne görsün, arkadaşlarının ellerindeki kâğıtlardan çok daha güzel bir kâğıt. Hemen aldı, sevinçten ne yapacağını şaşırmıştı. Hemen kalktı kafilesine doğru koşmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu:
-”Aldım! Aldım! Ben de beratımı aldım!?”
Arkadaşlarının hepsi şaşırmıştı.
Adam yanlarına gelince, hemen elindeki kağıdı aldılar.
O da neydi? Bu kâğıt nasıl da güzel kokuyordu! Hayatlarında hiç bu kadar güzel bir koku koklamamışlardı. üstelik çok garip harika desenli bir kâğıttı.
Şimdi hepsi telaşlanmışlardı, işin içinde bir iş vardı.
Hiç vakit kaybetmeden hemen Mekke’ye döndüler ve o devrin büyük âlimi bir büyük zata gittiler.
Kâğıdı ona verdiler.
O âlim zat kâğıdı eline alır almaz, ayağa kalktı.
-”Sübhanallah! Bu cennet kokusudur.” dedi. Kâğıdı açınca hayret ve dehşeti arttı:
-”Bu,” dedi, “bu bir berattır. Falan adama yazılmıştır. Hem de nur mürekkeple yazılmıştır.”
Hepsi donmuşlardı. Kimileri hüngür hüngür ağlıyordu. Âlim o saf adamı kucaklamış sakallarından, yüzünden, ellerinden öpüyordu.-”Ne olur bana duâ et!” diye rica ediyordu.

ERMİŞ BİR VELİ GÖSTEREBİLİR MİSİN?
Vaktiyle irfan âşığı bir zât, çok hürmet ettiği kemâlli bir zâta:...
"Bana ermiş bir velî gösterebilir misin?" diye yalvarmış.
O zât da:
"Haydi sokağa çıkalım, istediğini sana göstereyim" demiş.
Sokağa çıkmışlar, kâmil olan zat bir kasap dükkânına uğramış bir okka et kesdirmiş, eti eline alır almaz:
"Bu et yağlı" demiş, beğenmemiş.
Kasap bir daha kesmiş, bu sefer de "Çok yağsız verdin" demiş yine beğenmemiş. Kasap bir daha kesmiş, bu defa: "İyi amma çok kemikli oldu" demiş, reddetmiş. Hulâsa bir koyunu parça parça yaptırdıkdan sonra "Beğenemedim bugün et alamayacağım" diyerek dükkândan çıkmışlar, kasap da:
"Kusura bakmayın size lâyık et yapamadım" diye özür dilemiş.
Kâmil olan zât, yanındaki zâta dönerek:
"Nasıl?" demiş. "İşte velî böyle olur. Koyununu parça parça etdirdik de adam gık demedi. Zîra her sözü, her işi Allah'dan diliyor ve biliyor. Şimdi gel sana evliyâdan birini daha göstereyim" diye bu defa bedestana girmişler, çuha satan bir dükkâna uğramışlar, kâmil zât selâm vermiş, rafdaki toplardan birkaç top çuha göstererek: "Şu çuhaları bana gösterebilir misiniz?" demiş. Mal sâhibi cevâben:
"Yook! Böyle alışveriş olmaz. Evvelâ çuhalardan birini kat'iyyen beğeneceksiniz, sonra fiatına karar vereceksiniz, ondan sonra da kesdirip alacaksınız. Ben kasap değilim, eti parçalatdırıp parçalatdırıp da beğenmedim diyerek çıkıp gidesiniz" deyince, oradan da ayrılmışlar.
Kâmil olan zât, tâlib olan kimseye hitâben:
"İşte bu da velî. Kasabın koyununu parçalatdığımızı biliyor. Şimdi sence bunların hangisi daha büyük velî?" diye sormuş.
Tâlib:
"Herhâlde kasap daha büyük velî olmalı" deyince, kâmil zât cevâben:
"Hayır.Çuhaçı daha büyük velî. Zîra elinde şerîat terâzisi var. Kur'an ile hareket ediyor, ne zarara giriyor, ne zarar veriyor. Kasap ise deryâ-i vahdete dalmış, fenâ mertebesine kendini salmış, fakat henüz nâkıs. Bu makamın da daha ilerisi vardır ki bunlar da "beka" ve "irşad" mertebeleridir. Haydi şimdi gidelim kasapdan etleri alalım da zarar görmesin" buyurur.

KERİM KİTABIMIZ
“Doğrudan doğruya 
Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine 
Söyletmeliyiz İslâm’ı”
M.Akif

İlhâm almak isteyenler,
İki şeye dikkat etmelidir; 
“Ne dedi” diye yaklaşanlar,
“Ne demek istedi” diyenler! 
 
Kur’anın Lâfzı bir kez, 
Mânası sonsuz iner. 
Kuranı anlamak için;
Hem mânaya,
Hem de maksada 
Bakarak okumak gerekir.

Kur’an askeriyedeki gibi
“Kullanma talimatı” değildir.
Çünkü asker, talimatı 
Düşünmeden uygular.

İslam’ın her asra 
 Söyleyecek bir sözü vardır, 
Bu sözünü Müslümanın
Ağzıyla söyleyecek,
Eliyle gösterecek,
Hâliyle yaşatacaktır.

İhsanı, şükrü, idraki, huzur sağlıklı ömür yaşamanız dileklerimle….