Önceki Pazar uçakla 1 saatte Ankara, oradan da hızlı trenle kardan tepeler, bir gelin gibi süslenmiş evler, köyler-kasabalar arasından geçerek yaklaşık 2,5 saatte, -şu sıralar yaşanan kara-kışa rağmen büyük bir rahatlık, zevk ve keyifle- intikâl ettiğimiz Konya’da, biraz da mevsim gereği günlerimiz hep evde geçerken, havanın açıp o gün nispeten müsâitleşmesiyle, Cumâ için merkeze inmeye karar verdik.

Geçen gelişlerimizde tanıştığımız arkadaşlarımızı görebilmek düşüncesiyle Alâeddin Camii’ni hedefleyerek yola çıkmıştık. Ama bindiğimiz minibüs, tahmin etmediğimiz şekliyle, Selçuklu, Bosna tarafı Fırat durağından buraya yaklaşık 40 dakikada geldiğinde ezan da okunmuş olduğundan, garajın hemen kenarındaki câmiye yöneldik.

GÜZEL TEVÂFUK, MÛNİS İNSANLAR…

Aslında, bilhassa böyle tarihî yerlerde değişik bir câmide namaz kılmak duygusu hep içimizde oluyor. Nitekim bugünün tevafuku da güzel oldu. Çok güzel insanlarla karşılaştık. Başta İmam-Hatip arkadaşımız, aslen Bolulu ama buraya yerleşmiş Hâfız Yakup ÇEVREN, yarı hâfız olduğunu öğrendiğimiz güzel sesli müezzin arkadaşımız Hasan Hüseyin ARI ve namaz sonrası görevli odasına doluşan yaşlı genç, Anadolu gönüllü, doğal insanlar. Ve hemen bir küçük kardeşimizin gidip dışardan getirdiği, sıcak gönüllerin demlediği anlaşılan tavşan kanı çaylar ve bizde uyandırdığı hislerle burası bana eski sıcak köy odalarını hatırlattı. Hatta bir tekke ya da zaviyeyi de diyebilirim. Nitekim bu câmi, her ne kadar mimari olarak eskiyi hatırlatsa da daha yeni olup adını avlusunda yatan, Mevlânâ ile muasır bir mübarek zattan alıyormuş.

Namazdan sonra ziyaret etmek istediğimiz, ancak kapalı olan türbesi, câmiin hemen bitişiğinde; arkada, garaj tarafında. Kayıtlarda, “Pisili Baba, Pir Esat (Sultan) Türbesi” olarak geçiyor ve burası Karatay hudutları içerisinde. Zaten buralar merkez ilçelerin kavşağı durumunda. Bir adım ötesi Selçuklu, diğeri Meram.

ASR’EN ÇAĞDAŞ, LAKAB’EN BAĞDAŞ?...

Pisili Baba’nın, Mevlânâ’dan 10 yıl evvel vefat eden, lakabını Ebu Hüreyse (RA) Hazretleri gibi kedileri çok sevmesinden, hatta vasiyeti üzere kedisinin de sandukasının sol ayakucuna gömüldüğü kaynaklarda yer alan bir veli olduğunu öğreniyoruz. Ve iyi ki de buraya tevafuk etmişiz diyor, türbenin dışından Fatiha okuyup oradan ayrılıyoruz.

Dışarda, Garaja bitişik kısımda, eski-Püskü tezgâhlar üzerinde incik-cıncık, düğme-boncuk, eski-yeni âlet-edevat ağırlıklı şeylerin alınıp satıldığı bitpazarı hüviyetinde bir yerden geçtikten sonra, biraz yürüyünce Karatay Belediye binası çıkıyor karşımıza. Biraz sonra da kendimizi Aziziye Camii’nin oralarda buluyoruz. Artık bundan sonrası bildik-tanıdık. Oradan da adımlarımızı tramvayın da geçtiği ana caddeden karşıya atıyoruz.

ABDULLÂH GARİPÇİN, MUSTAFA UĞURLU…

Geçen sefer gördüğümüz ama içeri girmediğimiz Öğretmen Evi’ydi bundan sonraki durağımız. Onun da otel, kafeterya, resepsiyon falan bir sürü kapısı var. Çaldığımız 3. Kapıda ulaştık avlunun en iç taraftaki kısmında bulunan çay ocağına. Diğer öğretmenevlerinden farklı, büyük masalarla insanların mesâfeleri uzaklaştırılmamış, yer sehpaları diyebileceğimiz masalar etrafında sımsıcak sohbetler edilen bir ortamla karşılaştık.

Bunca kalabalıkta belki bir tanıdık ya da Ordu’da görev yapan biri çıkar, iki lâflaşırız, Ordu muhabbeti alırız diye, -lüzumsuzluk mu oldu bilmiyorum ama- genel bir selâm verip kendimi kısaca tanıttım. Ses veren olmadı. Biraz da, 70’Lİ yıllarda Ordu İmam-Hatip Okulu’nda dersimize gelen Abdullâh GARİPÇİN ya da, benim şahsen tanımadığım ama, bizden sonra okulumuzda görev yapan, zihinlerde olumlu hâtıraları yer yer dillendirilen buralı Mustafa UĞURLU Bey’e tevâfuk ederim düşüncesiyle yapmıştım bunu. Buralı diyorum, çünkü aynı dönemde bir de Trabzonlu Mustafa UĞURLU görev yapmış bizim Ordu İmam-Hatip Okulu’nda…

ŞEDİT GÜNLER, ŞUURLU ÖĞRETMENLER…

Her neyse, ses çıkmayınca ben de bir köşeye geçip oturdum. Bir çay söyledim. Bu arada, daha önce Salih AYDIN Ağabey’den telefonunu aldığım, zaman zaman buraya geldiğini bildiğim, Ordu’da da son ORİMDER sohbetlerinden birinde Hüseyin YAŞAR Bey’in, talebeye sâhip çıktığı, şutlanması noktasında elinden geleni yaptığı ve milletin ümidi İmam-Hatip talebelerinin kafasını karıştırmak için çabalayan şedit militanları niteliğindeki karşıt öğretmenlerle birebir mücadelede en önlerde yer aldığını söylediği Abdullah Bey hocamızı aradım. Kendisinin genelde her gün şehre inip, öğretmen evine de mutlaka uğradığını, şu sıralar yoğun kış sebebiyle pek inmediğini belirtti ama bir gün kararlaştırıp görüşebileceğimizi söyledi. Biz de inşallah dedik.

DAYI TALEBELER, ÇÖMEZ ÇOCUKLAR!

Konuşmanın başında, ismimizi çıkaramadı. Ben de gayet normal karşıladım. Çünkü bir defa 70’lerden bu yana yarım asır geçmiş, aramızda öne çıkan çok büyük talebeler vardı o zaman okul yeni açıldığı için. Hatta birçoğumuz, başka sınıftan büyük abiler sınıfımıza falan girdiğinde öğretmen zannediyorduk. Her neyse, ben 7 yaş büyük dayım İbrahim YÜKSEL, rahmetli Mahmut YILDIZ Ağabey’den falan bahsettim; biz onların yanında çok küçüktük, çömezdik falan dedim.

Andığım isimleri rahat hatırladı. Çünkü bu iki isim o zamanlar Ordu’nun gözdelerindendiler. Okulun mevlit, mehter, spor etkinliklerinde başı çekiyorlardı. Hem ikisi de, aynı zamanda resmen İmam-Hatiplik yapıyorlardı. Tanınmamaları mümkün değildi yâni.

ALÂADDİN’DEN GÖNDELİÇ’E…

Diğer yandan, hocamız Ordu’dan sitayişle bahsedip, ilk göz ağrısı olduğundan, unutamayacağından, kendisini hâlâ arayan nice talebeleri bulunduğundan falan söz edince o an aklıma geldi, TDED Ordu Şubesi olarak çıkarmayı plânladığımız GÖNDELİÇ adlı dergide değerlendirilmek üzere Ordu günleri, ilginç hâtıraları, duygu ve düşüncelerine dair bir yazı istedik. Biraz düşündü, zorluğunu dile getirdi lâkin deneyeceği hissi ağır basan cümleler sarf etti; ümitliyiz. Zira, inanıyorum ki kalemi eline bir alsa, yazdıkça yazacaktır. Önemli olan başlamak. Mâlum, başlamak bitirmenin yarısıdır. İnşallah diyelim.

Başlamak dedik ya, yazıya başlarken, geçen cumayı tümüyle özetleyecektim güya. Ama olmuyor. Çok kısımları atladığım hâlde, Öğretmen Evi’nin camından gözüken, arada tramvay yolundan başka bir şey olmayan Alaaddin Camii’ne bile geçemedik. Kaldı ki, oradan da yazacak çok şeyler var…

İnşallah gelecek yazıya diyor, Ordu, Giresun, Lüleburgaz’dakiler başta olmak üzere tüm okurlarımıza dünya şehri Konya’mızdan sevgiler-saygılar sunuyoruz vesselam…