Türkiye’de kadın olmak, tarih boyunca türlü zorluklarla şekillenen bir deneyim olmuştur. Her ne kadar çağdaş dünyada kadın hakları ve özgürlükler konusunda önemli adımlar atılsa da, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadın cinayetleri bu mücadelenin en acı ve yıkıcı yüzünü temsil etmektedir. Kadınlar, bir yandan hayatın her alanında var olma savaşı verirken, diğer yandan yaşam haklarını savunma mücadelesi içinde, en temel hak olan "yaşama hakkını" talep ediyorlar.

Kadın Cinayetleri: Bitmeyen Bir Kriz

Türkiye’de kadın cinayetleri, ne yazık ki her gün yeni bir trajediyle ülkenin gündemini meşgul ediyor. İstatistiklere göre her yıl yüzlerce kadın, en yakını olan eşleri, partnerleri, babaları ya da akrabaları tarafından öldürülüyor. Kadın cinayetlerinin altında yatan temel neden, kadına yönelik toplumsal bakış açısının hala geleneksel cinsiyet rollerine sıkışıp kalmasıdır. Kadınlar, birçok durumda birey olarak görülmek yerine, toplumsal birer "mülk" olarak algılanıyorlar. Bu da onları şiddete ve hatta cinayete açık hale getiriyor.

Kadına yönelik şiddet, Türkiye’de sadece fiziksel şiddetle sınırlı kalmıyor; psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddet de kadınların yaşamını tehdit ediyor. Cinayetler ise, bu şiddet sarmalının en uç noktasıdır. Birçok kadın, "hayır" diyemediği, kendi yaşamı hakkında karar veremediği ya da özgürce hareket edemediği için öldürülüyor. Boşanmak isteyen bir kadın, evden ayrılmak isteyen bir eş, ya da hayatında yeni bir yol çizmeye çalışan bir birey, tehdit altında olabiliyor.

Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Normlar

Kadın cinayetlerinin temelinde, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadının toplumdaki yeri hakkında kökleşmiş kalıplar yatmaktadır. Toplumda kadına biçilen roller, onu "itaatkâr" ve "bağımlı" bir konuma sıkıştırırken, erkeklerin ise "güçlü", "kontrol sahibi" ve "hâkim" olması gerektiği fikrini besler. Bu güç dengesizliği, kadına yönelik şiddeti ve cinayetleri besleyen en büyük etkenlerden biridir.

Kadınların eğitim alma hakkından çalışma hayatına katılımına kadar pek çok alanda karşılaştığı eşitsizlikler, bu şiddetin bir parçası olarak görülmelidir. Kadınlar, toplumsal yaşamda var olma mücadelesi verirken aynı zamanda aile içinde, iş yerlerinde ya da sosyal çevrelerinde sürekli olarak bir tehdit altındadır. Bu tehdit, sadece fiziksel değil, aynı zamanda toplumsal bir baskının sonucudur.

Yasal Düzenlemeler Yeterli mi?

Kadın cinayetlerine karşı verilen mücadelede en önemli adımlardan biri, hukuki düzenlemelerdir. Türkiye’de kadınların korunması için çıkarılan 6284 sayılı Kanun ve İstanbul Sözleşmesi gibi hukuki metinler, bu konuda atılmış önemli adımlar arasındaydı. Ancak İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı, kadın hakları savunucuları ve sivil toplum kuruluşları tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı. Kadınların korunmasını garanti altına alan bu tür uluslararası sözleşmelerin ve yasaların kaldırılması ya da etkisizleştirilmesi, kadın cinayetlerinin önlenmesi önünde büyük bir engel oluşturuyor.

Ayrıca uygulamada yaşanan sorunlar da dikkat çekicidir. Kadına yönelik şiddet vakalarında yargı süreçlerinin yavaş işlemesi, caydırıcı cezaların yetersiz kalması ya da faillere uygulanan "iyi hal" indirimleri, toplumda adaletin yerini bulmadığına dair güçlü bir algı yaratıyor. Bu durum, kadınların güvenliğini tehdit eden en önemli unsurlardan biridir.

Kadın Dayanışması ve Mücadele

Tüm bu zorluklara rağmen, Türkiye’de kadınlar susmuyor. Kadın cinayetlerine karşı yükselen sesler, sivil toplumun en güçlü hareketlerinden biri haline geldi. Kadın hakları örgütleri, sosyal medya kampanyaları ve bireysel mücadelelerle kadınlar, yaşam haklarını ve özgürlüklerini savunmaya devam ediyorlar. Bu dayanışma ve mücadele, Türkiye’de kadınların geleceği için en büyük umut kaynaklarından biridir.

Kadınlar, sadece kendi hayatları için değil, gelecek nesillerin daha güvenli, daha adil bir toplumda yaşaması için de bu mücadeleyi sürdürmektedir. "Kadın cinayetleri politiktir" sloganı, bu mücadelenin ne kadar kapsamlı ve köklü olduğunu gösteren bir ifade haline gelmiştir. Kadın cinayetlerinin ardındaki toplumsal, siyasi ve hukuki yapıların değişmesi gerekliliği, bu sloganın ardındaki temel düşüncedir.

Sonuç

Türkiye'de kadın olmak, tarih boyunca olduğu gibi bugün de bir mücadele ve direniş hikâyesidir. Kadınlar, sadece toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile değil, yaşam hakları için de her gün yeni bir savaş vermektedir. Kadın cinayetlerinin önlenmesi, sadece hukuki düzenlemelerle değil, toplumsal bilinç ve cinsiyet eşitliği konusundaki dönüşümle mümkündür. Bu dönüşüm gerçekleşmedikçe, kadınlar yaşamlarını tehdit altında hissetmeye devam edecektir.

Kadınların eşit, adil ve güvenli bir toplumda yaşayabileceği bir Türkiye için, sadece kadınların değil, tüm toplumun bu mücadeleye omuz vermesi gerekmektedir. Kadın cinayetlerinin son bulduğu, şiddetsiz bir gelecek için her bir birey sorumluluk almak zorundadır.